31 Ekim 2011 Pazartesi

ÖYKÜ ÇABALAMALARI - 1

 "ARKANDAN AĞLAR" DEMEDİ HİÇ ÇOK ROMANTİK EBEVEYNLER, OYSA BİTMEYEN BEKLEYİŞLER KALMIŞTI TABAKTA


Havada fazlasıyla keskin bir soğuk vardı, bir türlü başlayamayan Salı gününün sabahında. Halbuki; bahar çoktan gelmiş olmalıydı. İlk ikisinden emin değildi ama üçüncü cemrenin düştüğünü kesinlikle biliyordu. Hani sorsalar, eliyle koymuş gibi, gider gösterirdi üçüncü cemrenin düştüğü yeri. Hava fazlasıyla soğuktu.. ve inceden bir titreyiş vurmuştu O’na, omuzlarından başlayıp bacaklarına kadar inen. İsmini sormayın, ben de bilmiyorum. Bu yüzden daha ziyade “O” diye hitap edeceğim O’na...

“Keşke, kabanımı giyseydim” diye aklından geçirdi. Bir türlü başlayamayan, havanın da fazlasıyla soğuk olduğu, o Salı gününün sabahında. Sonra pişmanlığına pişman oldu ve içten içe kızdı kendine... Ne çok kullanmıştı son zamanlarda şu “keşke” sözcüğünü. Oysa pişman olmak hiç O’na göre değildi bir zamanlar... Şimdi ise giymediği kabanı için bile “keşke” demişti.

Soğuk havaya aldırmadan, her zaman gittiği sur manzaralı mütevazı çay bahçesine gitti. Ancak; her zaman oturduğu, bir ayağı ötekinden kısa olmamasına rağmen dengesi değiştiğinde hafiften sallanan, mutlu olduğu bir zamanda çay ocağına bakan köşesine adını ve soyadının baş harfini o günün tarihiyle birlikte kazıdığı, kare şeklindeki masaya oturmadı. Zaten sonraları masaların tümüne koyu renkte masa örtüleri serilmişti. Pekala onun adını kazıdığı masayı başka bir yere çekmiş olabilirlerdi. Masanın bir ayağı, ötekinden kısa da değildi, nasıl tanıyacaktı ki..? O’nu bilmem ama ben koyu renk masa örtülerini sevemedim aslında, bir süre seviyormuş gibi yaptım o kadar. Bir de.. çay bahçesi mütevazı olduğundan masaların kare olmasını anlayabiliyorum ama neden sürekli sallanan bir masada oturmayı tercih ettiğini hala çözemedim.

Her neyse...

Gittiği yer mütevazı bir çay bahçesiydi üstelik sur manzaralı.. Ve tabi masaları kare şeklinde... Ama O, her zaman oturduğu masaya oturmadı. Bu sefer, gerçekten bir ayağı ötekinden kısa olduğu için hafifçe sallanan bir masaya oturup beklemeye başladı. Dedim ya; neden bilmiyorum, hep sallanan masalarda oturmayı tercih etti O... Üşümüştü... Ancak; hava soğuk muydu artık emin değilim... Ben orada değildim çünkü, sadece O’nu izliyordum o kadar. Hem.. her bekleyen üşümez mi biraz da olsa..?

“Keşke, gara gitseydim” dedi kendi kendine. Sonra yine hayıflandı “keşke” demesine... Her pişmanlığından sonra bir de pişman olduğu için pişman oluyordu. “Garda bekleyebilirdim” dedi tekrar. Hem şehre iner inmez karşılardım onu, daha mutlu olurdu belki... Ama ne zaman geleceği belli değildi ki. Trenle gelmeyeceğinden de emindi zaten.

O’nun kimi beklediğini bende bilmiyorum. Bu yüzden beklediği her kimse ona da “O” diye hitap edeceğim.

Trene binmeyeceğini biliyordu. Tren yolculuklarını sevmediğinden değil aksine çokça eğlenceliydi O’na göre trenle seyahat etmek. Fakat tren garlarını pek kasvetli buluyordu, fazlasıyla da karanlık... Zaten mekanın tren garı olduğu bir kavuşma sahnesi yeterince klişe olurdu. Nasıl olsa buraya gelecek diye rahatlatmaya çalıştı kendini. O’nu göreyimde neyle geldiğinin önemi yok.

Birlikte geçirdikleri zamanı düşünmeye daldı beklerken. Her konuda kendinden daha cesur buluyordu O’nu. En kritik kararları verirken bile tereddüt ettiği olmuyordu çünkü ya da belli etmiyordu hiç bir tereddütünü. Daha kararlıydı bir de... Gözünü kararttı mı, yolundan çevirebilene aşk olsun... Kaç sefer başını derde soktu bu dik başlılığı yüzünden.

Bir kaç defa, az aşağıdaki, denize bakan çay bahçesine gitmişlerdi arkadaşlarıyla, manzarası daha güzel diye. Manzarası da daha güzeldi hani... Sabahları, eski okulun karşısından aldıkları sıcak karaköy poğaçalarını paylaşacakları martılar bile vardı. Ancak O; pek ısınamamıştı denize bakan, etrafında martıların uçuştuğu çay bahçesine. Sur manzaralı mütevazı mekanlarına geri döndüler tekrar. Sonradan farkettim ki; martıların eksik olmadığı, güzel manzaralı çay bahçesinin masaları kare değildi. Ne şeklinde olduğununsa, önemi yok.

Saatin bir hayli ilerlediğinin farkına varınca, “Keşke, az aşağıdaki, çay bahçesine gitseydim” diye düşündü. Bak..! yine “keşke” demişti işte! Ne çok “keşke” diyordu son zamanlarda. Oysa pişman olmak hiç O’na göre değildi eskiden.

Çayından bir yudum daha almak için davrandı, fakat son yudumunu çoktan içmişti. Bunun üzerine okkalı bir küfür savurdu. Zannediyorum biten çaya değildi bu küfür. İstisnasız her hareketinde ileri geri tıkırdayan masaya olabilirdi ama. “Yine gelmeyecek” dedi, derinden bir iç çekerek. Sonra kalktı ve yavaşça uzaklaştı sur manzaralı mütevazı çay bahçesinden... ve tabi masaları kare şeklinde..

...

Daha gideli iki dakika olmamıştı ki, hemen hemen O’nunla aynı yaşlarda, aynı boyda olmasına rağmen yürürken daha dik duran, şüphesiz O’ndan daha cesur ve O’ndan daha kararlı başka biri geldi mütevazı çay bahçesine... Belli ki sık sık geliyordu O’da bu mekana. Her zaman oturduğu, eski bir tarihte çay ocağına bakan köşesine adını ve soyadının baş harfini kazıdığı kare şeklindeki masaya oturdu. Gariptir; sevemediğim, koyu renkli örtüler artık serili değildi. Ve cebinden dikkatlice çıkarttığı, üç ayrı cemreyi özenle yerleştirdi, masanın adının yazılı olmadığı diğer köşelerine...

Hava biraz olsun ısındı mı bilmiyorum. Çünkü orada değildim...

Ama gördüm ki; masa artık sallanmıyordu...   


Yusuf Demirtaş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder