27 Şubat 2011 Pazar

NüHaber

Bugün itibariyle yeni bir haber sitesi yayında...Yok yok..bu giriş cümlesi, çok klasik oldu bu haber sitesi için. Çünkü burası bildiğiniz klasik haber sitelerinden değil.       -Yani öyle olmamasını umuyoruz.- Amatör bir ruh, profesyonel bir çalışma biçimi ve cesur bir duruş göreceksiniz NüHaber'de...
Kısacası, "Sadece Gerçek" için; NüHaber...


NüHaber'de yayınlanacak yazılarımı, Yanılsamalar bölümünden okuyabilirsiniz. Benimkilerden çok daha iyi olacağına inandığım diğer yazılara ve "Sadece Gerçek" haberlere ise, hemen sağ taraftaki Bağlantılar kısmından NüHaber'i seçerek ulaşacaksınız. Gerçeği yazmak kadar, okumak da cesaret gerektirir...

26 Şubat 2011 Cumartesi

GİDEMEDİĞİM YERLERDE ARADIM KENDİMİ, TÜM KAYBOLUŞLARIM ARKAMDA KALMIŞTI OYSA

Dostlara...
           
            Sadece ellerimden gitmeyi göze alamadım, sahipsiz zamanlarımda... Başka her yerden, her şeyden gitmeyi düşündüm. Hatta gittim de.. Mesela gözlerimden gidebildim... Apaçık gördüklerimi hiç görmemişim gibi yapabildim çokça.. Kulaklarımdan da gittim kulak tıkayarak sessizliğe... Biraz daha zorlasam; beni “ tüm darbelerden koruyacağı ” yalanına kanarak taktığım, - gereksiz - “ onur zırhı ”nı bir kenara koyup, dilimden bile gidebilirdim belki, söylediğim ve söyleyeceğim tüm sözleri inkar ederek... Ama ellerimden gitmeyi bir türlü göze alamadım... İnançsız zamanlarımda sığındığım tek gerçeklik olduğundan belki.. Ya da şefkatli zamanlarımda paylaştığım tek destek.. Belki de sevme zamanlarımda parmak uçlarımdaki mutluluktu onu vazgeçilmez kılan... İnsan sahipsiz zamanlarında kaybolur ya hep... Ben sahipsiz zamanlarımda, her yerden, her şeyden gittim, bir ellerimden gidemedim nedense...
            Dünyayı bir savaş alanı, insanları da “ hayatta kalmak ” için savaşan varlıklar olarak tanımlamıştı zamanın birinde, filozofun biri... - Adını vermeye lüzum görmüyorum.- İnsanın amacı; “ hayatta kalmak ” olsaydı, tesbitinde haklı sayılabilirdi bu adını vermeye lüzum görmediğim “ filozof ”. Oysa insan, hayatta kalmak gibi masum bir amacın ardına gizlenip, hep “ elde etmek ” ten yana kullandı tercihini. “ Tarih ” in ise iki büyük yanılgısı oldu insanlık karşısında... Birincisi; her zaman tercihini “ elde etmek ” ten yana kullanan insanlığa yetinmeyi öğretebileceğini düşünmekti... İkincisi ise; - ki bu en büyük yanılgısıydı “Tarih” in - insanlara yetinmeyi savaşlarla öğretebileceğini düşünmesi... Tabi insanoğlu ne yetinmeyi öğrenebildi, ne de savaşmaktan vazgeçmeyi... “ Tarih ” beceremeyince, Tanrı öğretmeye çalıştı kullarına yetinmeyi.. Tanrının ise en büyük yanılgısı; kullarına yetinmeyi öğretirken, bir tanesiyle yetinmeyip, 4 kutsal kitap, 29 tane peygamber birden göndermesi oldu...
            Belki de şanssızlığım “ yetinmeyen insanlar zamanı ” nda yaşıyor olmamdı... Savaş koşullarına da kolay uyum sağladım hani... Bu “ elde etmek ” savaşında bir avuç eşkıyadan biri oldum, amacı “ elde etmek ” olmayıp “ hak etmek ” olan...Yetinmedim.. Yetinmedik.. Ne de olsa “yetinmeyen insanlar zamanında” ilk önce yetinmemeyi öğreniyor insan.. Ama istediğimiz hak olan oldu her zaman.. “ İyinin ”, neden “ daha iyi ” olamayacağını sorguladık düşünme zamanlarımızda...
            Biz.. bu “ elde etmek ” savaşında, amacı “ elde etmek ” olmayıp “ hak etmek ” olan bir avuç eşkıya... Yetinmeyi hiç bilmedik... Asla yetinmedik, bir çocuğun mutlu zamanlarındaki bakışlarıyla.. Asla yetinmedik, bir köy öğretmeninin samimi zamanlarındaki sıcak gülümseyişiyle.. Asla yetinmedik, bir annenin umutlu zamanlarındaki içten teşekkürüyle...
            Biz.. bu “ elde etmek ” savaşında, amacı “ elde etmek ” olmayıp “ hak etmek ” olan bir avuç eşkıya... Yetinmeyi hiç bilmedik... Yetinemedik öğrenme zamanlarında, bildiklerimizle.. Yetinemedik isyan zamanlarında, avazımız çıktığı kadar bağırmalarımızla...
            Biz.. bu “ elde etmek ” savaşında, amacı “ elde etmek ” olmayıp “ hak etmek ” olan bir avuç eşkıya... Yetinmeyi hiç bilmedik... Önümüze atılanlarla asla yetinmedik.. Yetinmedik kendini büyük sanan küçüklerin, faşist tehditleriyle.. Yetinmedik sorgularla, soruşturmalarla, dilekçelerle...
            İnsan sahipsiz zamanlarında kaybolur ya hep.. Sahipsiz zamanlarımızda sahip çıktık birbirimize.. Birlikte kaybolduk doğunun en ücra kasabasında, “ büyüklerimiz ” in adını söylemeye bile üşendiği, bir köy okulunda.. Birlikte kaybolduk ülkenin başşehrinde, buz gibi bir salonun kürsüsünde.. Birlikte kaybolduk meydanlarda, milyonların arasında...
            Hiç gitmediğim yerlerde aradım kendimi hep, tüm kayboluşlarım arkamda kalmıştı oysa... Deli gibi biliyordum nerede kaybolduğumu, kimlerle kaybolduğumu.. Ama “ gitmek ” vakti gelmişti bir kere... Kendimi aramaya devam etmeliydim, henüz gitmediğim yerlerde, avucumda kurtarabildiklerimle...

            Dedim ya; bir ellerimden gidemem ben.. ayrılık zamanlarımda, bu “savaş alanı” ndan kurtarabildiklerimi tuttuğum, onlara sımsıkı sarıldığım ellerimden...



                                                                    Yusuf DEMİRTAŞ – 27.01.2011

BAŞLIĞI HER ZAMAN ÖNCE ATIYORUM AMA YİNE DE BİLMİYORUM NEYE BAŞLADIĞIMI

            Uzun zaman olmuş yazmayalı.. Uzun zaman olmuş kalemimdeki gözyaşlarını, büyük boy aslında o kadar da büyük değil sadece hayata biraz bol gelen hafif yağlı silgi izlerinin üzerinden hiç gitmediği, bir kağıda dökmeyeli. O çok büyük olmayan ama yine de hayata oldukça bol gelen kağıdın içinde silgi izleri arasında kaybolmayalı öyle çok vakit olmuş ki kaybolmayı unutmuşum... Ne zaman kaybolmaya çalışsam hep önce ben sobelemişim kendimi ve hep ben ebe olarak kalmışım o silgi izlerinin bir türlü ortaya çıkmadığı, hayata oldukça bol gelen bu oyun alanında. Yazım kötüleşmiş kalemimi yazmak için elime almayalı, başka şeyler için elimden düşmesede.. Ve yalnızlık biriktirip durmuşum, yazmak için kullanmadığım ama yine de elimden hiç düşürmediğim kalemimde.. Öyle dolmuş ki kalemim bıraksan bütün silgi izlerini bulacak ve yeniden üstünden geçecek kendi başına.. Zaten bu yüzden, hiç bir kalem başı boş bırakılmaya gelmez ya...
            Beynim bir yığın gerekli gereksiz konuyla, bir yığın gerekli gereksiz anıyla ve insanla dolmuş taşmış bu geçen zamanda, elim bunların hepsinin aynı yazıya sığmayacağını biliyor, ama kalemim hepsini aynı yere yazmayı istiyor inadına. Kağıdın aslında ne kadar büyük olduğunu göstermek istercesine... Tarih boyunca, ne gelmişse insanlığın başına “büyük” ile başlayan sıfat tamlamalarından gelmiştir zaten.. Büyük egolar, büyük hırslar, büyük beklentiler, büyük ......!, büyük kağıt..... Bu liste böyle uzayıp gider. Hatta büyük hayalleri bile katabiliriz bu listenin içine. Çünkü büyük hayaller büyük hayal kırıklıkları da demektir aynı zamanda.. Ve belki de şu bahsettiğimiz silgi izleri, hayal kırıklıklarımızın bir yansımasıdır bu “büyük” kağıda...
            “İnsan insanın kurdudur” demiş zamanın birinde birileri, külliyen yalan... İnsan kendinin kurdudur aslında.. Evet tüm kompleksleriyle, tüm paranoyaları ve paradokslarıyla, tüm varsayımları ve aslında sürekli kendini kandırmak için kullandığı yalanlarıyla her insan kendinin kurdudur. Ve etrafına ördüğü kalın duvarların ardındaki kendi hapisanesinde yer bitirir, kimseye en başta da kendine farkettirmeden, kendini... Bunun içindir ki her insan mutlaka kurtulmalıdır kendinden, başkalarından öte kendiyle muhatap olmamalıdır. Çünkü hiç kimse vermez kendinin verdiği zararı kendine... Bu kendinden kurtulma işi öyle basitçe bir işte değildir tabi.. Her insanın farklı kaçış yolları vardır kendinden, kimisi yolculuk ederek kaçar mesela, kimisi daha büyük hayaller kurarak, kurduğu bu büyük hayallerin daha büyük hayal kırıklıkları getireceğini bilmeden, kimisi sarhoş olarak kaçar ve belki de başka bir tenin kokusuna sığınarak uzaklaşır kendinden, kimisi ağlar hem de “anne” diye ağlar sanki hiç büyümemiş hep o annesine muhtaç çocukmuş gibi annesine sığınmak ister çünkü kendinden kaçıp, çünkü annesi bilir sadece o çocuğun kendinden önceki kendini, kimisi de yazar, kaybolmayı seçer o hayata oldukça bol gelen kağıdın üzerinde, silgi izlerinin ve kelimelerin arasında.. Bazısı da “anne” diye ağlayarak yazar, o çok sevdiği varlığın, kendinden önceki kendini bilen o insanın kolları altında yeniden huzur içinde uyuyabileceğini düşünerek, annesinin doğumgününde...
            İyi ki doğdun ANNE ve iyi varsın...



                                                                Yusuf Demirtaş – 15.08.2010

BİTTİĞİNİ SANDIĞIN TÜM MASALLAR UYUDUKTAN SONRA DEVAM EDER ASLINDA

En kolay yalan söyleme şeklidir bir cümleye “bir varmış, bir yokmuş” diye başlamak. Ve en inandırıcı yalanlar cümleye böyle başlandığında söylenir hep... Pireler cellat olup adam keserler bu yalanlarda, develer ise atı alıp çoktan üsküdarı geçmişlerdir. Biri çıkar bir beşik sallamaya başlar “tıngır..” “mıngır..” başka biri uyumaya başlamıştır bile o beşiğin içinde... Aslında en büyük günahı, yalan söyleyen değil, inanmayı seçen işler. Çünkü bir irade meselesidir inanmak... İnsan da, kendi hür iradesiyle kendi kendini kandırma yeteneğine sahip bir varlıktır. En büyük hatayı da yine kendisini yargılayacak bir “Tanrı”yı bekleyerek yapar zaten, yaşadığı her an kendi kendini yargılayan ve sürekli mahkum eden “adem”oğlu...
            Sonrasında ise, en iyimser yüzüyle başlar ümit etmeye... En iyimser masalları anlatır aynanın karşısında... Sonunda iyilerin mutlaka kazandığı masalları.. içinde “ilahi adalet”in olduğu masalları... Ve uyuyuncaya kadar dinler, o masalların uyuduktan sonra da devam ettiğini bimeden...       
            “Zaman her şeyin ilacı” imiş yine fazlasıyla “iyimser” bir alimimize göre...Bu da yalan.. Hatta ne yalanı bu da masal... Zaman sadece boş vakitlerini muntazam şekilde kin tutarak geçiren, insanoğlunun ilacı olabilir. Beklemeyi öğretir zaman.. hem de ne kadar bekleyeceğini bilmeden beklemeyi... Düşünmeyi öğretir bir de, istisnasız her fırsatta kendisini “düşünen bir varlık” olarak tanımlayan ama bir türlü düşünemeyen, insana... Ve tabi kin tutmayı öğretir... Hatta en önce bunu öğretir. Nasıl güzel kin tutulacağını fısıldar kulağına... İşin en garip yanı da; yine aynı “zaman”, kin tutmamayı öğretir bu ilk öğretisinin hemen ardından. İşte tam burada değişik tepkiler vermeye başlar, kendisini sürekli “düşünen bir varlık” olarak tanımlayan ama “düşünebilmeyi” zamanla öğrenen insan... Kimi ilk öğretisine hemen uyduğu gibi ikinci öğretisini de kolay kabullenir zamanın ve kendi “hür iradesiyle” ilahi adaletin var olabileceğine inanmayı seçer. Kimisi ise; başka bir masala inanarak kabul etmez bu son öğretiyi, sadece kendine inanması için diğerlerine göre daha fazla “zaman”a ihtiyacı vardır o kadar. Çoğunlukla kötülerin kazandığı ama sonunda kimin kazanacağının bilinemediği bir dünyada bu durum pekala hoşgörülebilir... Bazısı da o kadar güzel kin tutmuş, kin tutan kendini o kadar sevmiştir ki, kin tutmamayı kaldıramaz..Varolabilmek için sürekli kin tutmaya ihtiyaç duyar.
            Zamanın bu “ilaç etkisi” karşısında nasıl davranmayı seçmiş olursa olsun insanoğlu, yine de dinleyemez hiç bir masalın sonunu... Çünkü o kadar kibirlidir ki... Kendisi uyurken devam eden bir yaşamı asla kabul etmez. Her şeyi bilmek ister, her ayrıntıyı bilmek... Her şeyi de bildiğini zanneder zaten... Halbuki; hayat, sen uyurken yaşananlardır aslında... 
            Masalın sonu mu...
            Birlikte yaşayan o güzel ülkede iç karışıklıklar çıkmış, iyi kalpli kral devrilmiştir. Kralın güzelliği dillere destan kızı ise burnunu düzelttirirken, ameliyat sırasında masada kalmış, çalışkan cüceler “boy kompleksi”nden dolayı psikolojik destek almaya başlamış, Beyaz Atlı Prens attan düşüp felç olmuştur. “Beni öp..!” diye ortalarda dolaşan kırmızı yanaklı kurbağanın akıbeti hepsinden de acı...


                                                                   Yusuf DEMİRTAŞ – 22.12.2010