30 Eylül 2013 Pazartesi

ÖYKÜ ÇABALAMALARI - 5

YOK.

Gece. Gözlerin. Sessiz. Yokluğun saklanmış olmalı uykusuzluğuma, bulmalıyım. Bulmam lazım, korkuyorum. Çok basite aldık dünyayı biz büyürken, küçümsedik. Yavaş ömürlerimizi aynı ipe dizdik üstelik, otuziki ya da otuzüç tam saymadım… Tam saymadım belki otuzdört. Heveslenme hemen, parlatma gözlerini, bizimkinden dua çıkmaz. Çıkmadı sen de biliyorsun, kabul olmadı ya da… Sen ettin mi bilmiyorum, ben pek dua etmem. Ben düşünürüm, “O” anlar. Daha kolay öylesi saymaya da gerek yok otuziki, otuzüç… Dur! Sakın parlatma gözlerini, korkarım. Güzellerdir çünkü… Yani güzeller biliyorum. Üşüdüğümden biliyorum. Otuzdört! Hayır.. doğrusu otuzüç onun, kabul olmayacak, sen de biliyorsun. Bir de.. açma gözlerini, bu karanlık iyi böyle… Şurada bir yerlerdedir yokluğun bulmalıyım! Dedim sana; biz çok küçümsedik dünyayı. Hiç mi yoktu çevremizde bize kızılderili atasözleri söyleyecek birileri.? Şöyle dumanlı bir gecede mesela, kısık, esrarengiz sesiyle ve fazla votkadan göz teması kurmadan diyemez miydi kimse bize; “bu dünya aslında boş, sen ve yokluğun varsınız o kadar!” diye… Sahi, güzel miydi gözlerin o kadar? Neyse… Üşüyorum, kapatalım gözlerini…

Gece. Karanlık. Sessiz. Korktuğumdan değil, en belasını bilirsin korkularımın, korkak cesurlardanımdır ben. Ama inan, bulmalıyım! Dur! Vazgeçtim. Sakın inanma! İnanma çünkü soğuk oluyor burası. İnanma çünkü inanılacak hiçbir şey yok aslında dünyada. Neye inanılması gerekiyorsa daha önce kızılderililer hepsine inandı. Lüzum yok bize… Hem sen de biliyorsun, bu dünya aslında boş. Bir sen varsın, bir ben, bir de yokluğumuz. İnanmayalım o yüzden… Daha çok dua ederiz sonra, dualarımız kabul olmaz sonra yine “O” nu suçlarız. Hâlbuki “O” en masumumuz, bütün kabahat otuzikinin. Biraz daha bekle n’olur, şimdi bulurum. Ihlamur yaparım sana istersen, bal da koyarım içine. Ne güzel de kokar dumanı tüterken taze ıhlamur. Uykun gibi kokar. Eskiden. Yani dünya daha basitken. Gözlerinin kapalı olmasına tahammül edebildiğim tek zamandır taze ıhlamur kokusu, sen bunu bilmezsin. Dedim kaç kere; otuziki değil, otuzüç! Otuzdörtse zaten kafa karışıklığı… Ama sayma sakın kabul olmayacak. Hem yanlış dizilmiş dağılmaya çok müsait. Bulacağım inan… Ya da inanma, çok soğuk oldu burası çünkü… Lütfen kal biraz daha… Biraz daha inanmayalım.

Gece. Karanlık. Sesin. Sesin çok uzak. Olsun... Ben duyarım yine de… Can kulağıyla dinlerim seni. Biliyorsan söyle, bulmalıyım. Bilmiyorsan da söyle… Sen söyle, ben bilirim herkesin yerine. Kızılderilileri sorma, onlar zaten biliyordur. En çoğunu onlar bildiği için ilk önce onlar gittiler, sen de bunu biliyorsun. Sen söyle… Sesin uzak ama duyarım. Can kulağıyla dinlerim seni. Sesin yaprak hışırtısı gibidir çünkü kavak ağaçlarının. Sesin bu dünyada rüzgâra karşı koyabilen tek isyandır. Bak bunu bilmez kızılderililer. Bilselerdi gitmezlerdi. Keşke ben de bilmeseydim. Gitme sakın! Otuzüç doğrusu bunu da biliyorum. Otuzdördün konuyla bir alakası yok. Yok demişken… Dur! Dua etme. Bulamıyorum. Ya da et. Rüzgâr var, sesini duymalıyım...

Sabah. Karanlık. Sessiz. Eskitemediğim ne varsa çıkardım ortaya, sahipsizliğimi çıkardım. Ama yok. Bulamıyorum yokluğunu. Hiç yardım da etmiyorsun üstelik. Hâlbuki biz seninle aynı ipe dizilmiş, dağılmaya çok müsait, -yanlış- otuzüçtük. Bir sen vardın bu dünyada, bir ben, sonrası yokluğumuz… Kızılderililer çoktan terk etmişti buraları. Arkalarında bir yığın söz, o sözleri söyleyecek kısık sesler ve fazla votka bırakarak terk etmişlerdi. Yaşamak basitti, dualar kabul edilebilir. Otuzikiler suçlu, otuzdörtler başıboş ve tüm ballı ıhlamurlar tazeydi o zamanlar. Şimdi sabah artık. Ve eskitemediğim her şey meydanda. Bir yerde  korkularım var ama orası çok karanlık. Yanı başında umut ve kaygılar... Satranç oynamaktalar... Umudun kaleleri düşmüş, vezirini yitirmiş kaygılar son hamlede. Dur! Sen yine de kal lütfen. Haklısın… Hangi otuzüç doğru bulamadık ama biz seninle, kendi yanlışlığımıza bakmadan, tüm suçlu otuzikilere ve konuyla hiç alakası olmayan otuzdörtlere kafa tutan otuzüçtük… Gözlerin cesaretti, sesin umut. Yokluğunsa…

Neyse... Sabah oldu. Yokluğun, yok.  


Yusuf Demirtaş

20 Ocak 2013 Pazar

ÖYKÜ ÇABALAMALARI - 4

ÇOCUK

“Tanrı insanı yalnızlaştırır” dedi çocuk.. “insan da tanrıyı…” Hava çok mu soğuktu.? kar mı yağıyordu.? ertesi gün okullar tatil miydi.? bilmiyorum. İyi bir öykücü olsaydım verebilirdim tüm bu detayları ancak. Hem vali bile değildim protokolden bakınca. “İnsan kendini de tanrıyı da yalnızlaştırır” dedi sonra, bir önceki cümlesinden çark etmiş olacak gücendirmek istemedi tanrıyı besbelli. Zira yalnızlık gücendirir her tanrıyı.

Kolları uzun, yakası ayrılabilen siyah bir palto olabilirdi çocuğun üstünde ve saçları biçimsiz ve dağınık da olabilirdi, gözlük camı da hafif buğulanmış hatta -ucuz camdan olsa gerek.- İyi bir öykü olsaydı, olabilirdi tüm bu detaylar. Sonra kol kısmı başparmağın eklem kemiğini geçen tüm paltolar bol, alttan ikinci düğmesi göbek deliği hizasının üstünde kalan tüm gömlekler dardır zaten genelleme yaparsak. “Tanrı hep genelleme yapar” dedi çocuk, bu dediğinin tanrıyı bir önceki cümlesinden daha gücendireceğinin farkında değildi belki. “Hem öyle olmasaydı her insana ayrı kitap gönderir, hepsini ayrı ayrı cehennemlere koyardı. Ayrı günahların cezası neden aynı cehennemde çekilsin ki.?” diye ekledi. Yirmili yaşlarının ortasında aklınca felsefe yapıyordu işte, bu lafları altmışlarının sonunda diyemeyeceğinin farkında güya kafa tutuyordu evrene.

Sarı uzunca bir atkı bağlasaydı eğer boynuna çocuk ve el örgüsü, atkısına rağmen bej üstüne kırmızı desenli boğazlı bir kazak giyseydi üstelik okuyan etkilenebilirdi tüm bu detaylardan, düşünebilirdi sarı rengin manaları üzerine uzun uzun… Sarı çok ayrılık bir renktir ayrıca, sonbaharlar hariç… “Tanrı da, sarı gibi üzerine düşünmeye çok gelmez” dedi çocuk. “Üzerine düşünülmesin diye verilmişti tüm cevaplar peşin peşin, yüzyirmidörtbin peygamber vasıtasıyla. Belki de ortada sorulacak soru kalmadığı için inanmak ya da inanmamak sadece bir seçime dönüşmüştü.” Seçmek de fazla ayrılık bir sözcüktür bana kalsa, sarı gibi…

Çocuğun en son neyi seçtiğini ya da hangi ayrılıktan geçtiğini bilmiyorum.. -bilen bilir- bilsem de söylemem zaten, çünkü çok sır tutan bir öyküdür bu… “Tanrı da çok sır tutar” dedi çocuk. “Tanrının en takdir ettiğim özelliğidir hatta iyi sırdaş olması” diye devam etti sanki deminden beri tanrıyla saçma bir hesaplaşmaya girip onu sürekli yargılayan ve gücendiren kendisi değilmiş gibi. “Aslında sır sözcüğü doğru tanımlanacak olsa, gerçek sırlar sadece tanrıyla paylaşılanlardır.” İçten içe tanrının bu ketumluğuna hayranlık duyuyordu çocuk o kadar gerçek sır karşısında.

Hava çok soğuktu ve kar aniden bastırmıştı o öğleden sonra, vali çıkıp ertesi gün için okulların tatil edildiğini açıklamıştı. Çocuk ısrarla soğuğa karşı koyuyor hatta bunu kendince tanrıyla bir hesaplaşmaya çevirip eğlenceli hale sokuyordu. Son ayrılığından önce gittiği Moda’daki çay bahçesinde, dışarıda mevsimsel nedenlerden kimsenin tercih etmediği çardaklara oturmuştu, yalnızdı. Kolları uzun gelen, yakası ayrılabilen siyah bir palto vardı sadece üstünde soğuğa karşı koyabilmek için ve el örgüsü sarı uzunca bir atkı.. ve saçları uzamış ve dağınıktı, -ucuz camdan olsa gerek- gözlük camı hafif buğulanıyordu orta şekerli kahvesini her dudağına değdirdiğinde. Daha fincanın ortalarındaydı ki kahvenin ağır telvesi geldi yapıştı damağına, çay ocağına şöyle bir bakıp söylenmek istedi.. sustu…

“Tanrı gibi ketum olabilsem” dedi.

Yine gücendirmişti tanrıyı…


Yusuf Demirtaş

24 Ağustos 2012 Cuma

"SON" ÖYKÜLERİ - 3

TANIKTIR…

Tanıktır büyüyüşüme -bu- acemi öykücünün (güvenmiyorum, acemi kalacak muhtemelen) “ışıksızlıkta” yazdığı -bu- öykü benzeri şiir, şiir benzeri -bu- öykü… Az “ışıklı” bir tren istasyonunda yirmiüç dakika daha bekleyebilmek için kasten kaçırdığım, bana ergenliğimin otomatik kapısız yolculuklarını hatırlatan, şimdilerde içinde envaiçeşit elektronik cihaz (ve hala korkulu yüzler) barındıran banliyö trenleri tanıktır. Mesela o -hep- önünde durduğum gazete satmayan büfe ve -hep- sağ çaprazımda kalan -hep- yere bakan, aslında hiç bana bakmayan uzun siyah saçlı kız tanıktır. Çok uğraşıp aynı vagona binelim diye, kimi zaman fren noktasını kaçıran “huzursuz” makinistler yüzünden aramıza giren hava boşluğunun hayal kırıklığı tanıktır. Kaç kez aşık oldum bilmiyorum yeterince “karanlık” vagonlarda, o sürekli vagonun bitiş noktasında, arkasını demir soğukluğa yaslayan ve asla başını kaldırmayan uzun siyah saçlı kıza… Ve tabi unutmadan..istasyon merdivenlerinin bitiminde yeri değişmeyen, nacar sponsorluğunda “devlet güvenilirliğini” simgeleyen koca yuvarlak demir yolları saati tanıktır büyüyüşüme ve şimdi söyleyeceklerime…

-Çok- yolculuk ettim -çok- araçla ancak -çok- “huzursuz” havası olan az “ışıklı” tren istasyonları ve başını aslında hiç kaldırmayan bir kıza aşık olabilecek kadar “karanlık” vagonlar sorumludur bencil romantikliğimden… O kadar -fazla- gitmiş olmalıyım ki bir yerlerden, en sonunda dönecek o kadar da -fazla- bir yer bulamamanın ve her yere -fazla- gelmenin ağırlığı sebeptir gereksiz gerçekçiliğime…

O uzun siyah saçlı, gözlerini bir türlü göremediğim kız öğretti bana yarım kalmışlığı, hayal kurmayı ve tabi ki ergence platonik aşkın, eve varır varmaz, su sesiyle karışık şehvetini… Bir varmış bir yokmuş diye başlayan masallarda -sürekli- var olanı arayandım büyürken..muhtemelen bu yüzden yetinmeyi bilmedim. Otomatik kapısız ve yetersiz “ışıklı” bir trenin ısrarla en arkasına geçen ve -sürekli- yere bakan bir çift gözü görebilmek ümidiyle, kimsenin tercih etmediği o ters giden koltuğa oturan ve -sürekli- bir şeylerin kendinden uzaklaşmasını seyredendim büyürken..muhtemelen bu yüzden yaklaşmayı da bilmedim. -Aynı- gazete satmayan büfenin önünde, -aynı- uzun siyah saçlı kızla, -aynı- otomatik kapısız yolculuğu bekleyendim ben..ihtimaldir ki, bu yüzden de vazgeçmeyi bilmedim kesin saydığım kendi doğrumdan…

Tanıktır büyüyüşüme –uzun zaman sonra- hala az “ışıklı” bu tren istasyonunda beklediğim otomatik kapılı yolculuk ve envaiçeşit elektronik cihazlı, yeterince “aydınlık” banliyö vagonu… Tam önünde durduğum artık gazete satan büfe ve sağ çaprazımdaki uzun siyah saçlı, koyu kahverengi gözleri olan kız tanıktır…

Koyu kahverengi gözleri olan kız… Tanıktır… -SON-


Yusuf Demirtaş


8 Nisan 2012 Pazar

ÖYKÜ ÇABALAMALARI - 3

SAKA KUŞU

İyiden iyiye sinirini bozmaya başladı bozuk yangın alarmının ara ara çalan anlık tiz sesi. Kapının önüne az evvel gelmiş baharla ilgileniyor olsa hani, duyduğunu neşeli bir saka kuşu sesiymiş varsayıp, üstesinden gelebilirdi belki bu sinir bozukluğunun. Ama ne bahar ilgisini çekiyor bugün, ne de neşeli olup olmadığıyla aslında ilgilenmediği kuş. İnsanlığın en anlamsız anlam yüklemesi zaten, havada bir parça güneş ve ucundan mavilik gördü müydü, öten her kuşun mutlu olduğunu varsayması.. saka kuşları dahil…

Bir de.. sinirini bozan şey, duştan sonra iyi sıkamadığı musluğun küvete aynı periyotlarla damlattığı, pek de iç açıcı olmayan, su sesi de olabilirdi. Ama doksanlar çoktan geride kalmıştı ve ikibinlerin modern depresyonlarında, daha çok yangın alarmları sinir bozucu bir hal alıyordu. Pekala su sesini de mutluluğa yorabilirdi güneşli havalarda insanlık. Sıkışık yaşam alanlarında açtıkları her nefes boşluğuna, irili ufaklı süs havuzları inşa etmelerinin sebebi başka ne olabilir ki..?

Dün kırkikiydi, bugünse her otuzaltı saniyede bir o gıcık tiz ses ilişiyor kulağına. Sanki tüm sürüsünün içinde hala yalnızlığına üzülen bir saka kuşunun acıyla cıyaklaması gibi tiz bir ses… Kaldı ki saka kuşlarının sürüsü olmaz, onlar zaten yalnızdır… 


Başka sesler duymayı diledi. Kapının sesini mesela.. özlemiş olmalı o huzur verici gürültüyü… Sonra, onun içeriye girişinin sesini düşündü.. biraz yorgun ama çokça gülümseyen bir sesti bu… “Çok özlemişim seni” deyişinin sesi geldi aklına.. sımsıkı sarılan bir sesti her pazar günü ritüelinde. Ve tabi.. yemyeşil bakışının sesi bir de… içi ısındı sonra. Bahar kapının önüne kadar gelmiş olsa da içini ısıtan tek yeşil bu sesti çünkü…

Mutfaktaki tıkırtılarını, gözlerinin hafifçe kısılmasına sebep olan kahkahasını, uykudaki nefesini, kızgınlığındaki çığlığını duymayı diledi…

Kapı çaldı ardından… Nicedir kapının önüne kadar gelip bekleyen bahar olmalı diye düşündü. İsteksizce koştu ve aynı saniyede asıldı kapının koluna… Tahta kapı aralanır aralanmaz bir saka kuşu süzüldü içeriye ve doğrudan banyoya giderek, doksanlardan kalma demodelikle, küvete sürekli su damlatan musluğun üzerine kondu.

Anlık, tiz bir cıyaklama geldi banyodan… Neşeli olduğunu varsayıyorum…

Otuzaltı saniye daha geçmişti…

Yusuf Demirtaş

20 Mart 2012 Salı

ÖYKÜ ÇABALAMALARI - 2

Bir kurşun kalem ve silgiyle yapılabilecekleri unutmamak için…
Güleser için…

SESSİZ SEDASIZ

“Bekle” dedi, sessiz sedasız… Sessiz sedasız konuşabilmeyi yeni öğrenmişti. Zamanında çokça susturulduğunda değil, susmamıştı da zaten..ama artık, az biraz sessiz sedasız konuşabilme ihtiyacı hissediyordu. Yaşlanıyordu belki..belki de çoktan yaşlanmış gençleşmeyi diliyordu sadece… Ve sadece “bekle” dedi, sessiz sedasız. Kulakları ağır işittiğinden hiç değil, tanrı biliyor duymaması gereken çok şey duymuştu şimdiye kadar… Hep iyi şeyler duymak istemişti ya unutmadı da kötülerini, kazıdı hafızasının bir köşesine.  Pekala iyi yapardı kin tutmasını, en az sevmeyi becerebildiği kadar… Şimdilerdeki tek derdi, konuşabilmekti sessiz sedasız. O da..”bekle” dedi. Kendi bile duymamıştı ne dediğini…

“Bekle..bahar gelecek birazdan. Şimdi düştü kaçıncı olduğunu sayamadığım cemre toprağa, sen sadece biraz daha bekle…”

Gidemediğinden değil aslında, gitmek de son zamanlarda sıkça tecrübe ettiği bir şeydi artık. Hala özlemeyi öğrenememişti o başka… Hep karıştırdı özlemekle, çok özlemeyi…

Kimilerine göre sarı saçları vardı..ben o kadar emin değilim. Bir de küçük adımlarla yürürdü genelde, sanırım bu yüzden, gitmek her seferinde daha zor geldi ona. Çünkü uzaklaşamadı kolayca gittiğinden, ulaşamadı da kolayca gittiği yere… Gülümsemekse, yakışıyordu kesin yüzüne..ama nasıl gülümsediğini hatırlamıyorum, daha çok ağlayan yüzü var hafızamda. Sık sık gülümsemediğinden değil tabi, allah var Nasreddin Hoca fıkralarından daha çok gülerdi insanların gözlerinin en içine… Ama ağladığında, ağlayası geldi her ağlayamayanın.

Sessiz sedasızdı bakışları… Çok konuşur ama hiç beceremezdi anlatmak istediklerini anlatabilmeyi. Sessiz sedasız sever, sessiz sedasız gider, sessiz sedasız özlerdi… Şimdi de..sessizce bekliyordu baharın gelmesini. Kaç cemre düştü sayamadı, nerelere düştü göremedi, en sonuncusunu fark etti sadece o da toprağa düşmüştü… Ilık bir rüzgarla hissettirmişti varlığını, rüzgar da sessizdi… Her bahara başka anlamlar yükleyenlerden hiç olmadı, ama biliyordu farklı olacağını bu seferkinin.


Sonra..sessiz bir tebessüm belirdi yüzünde, ve “işte” dedi, yine sessiz sedasız… Çoktan düşmüştü kaçıncı olduğunu benim de sayamadığım cemre toprağa.

“İşte sonunda geldi bahar” dedi, kendinin bile işitemediği bir tonda…

“Artık..bağırabilirim avazım çıktığı kadar…”

Yusuf Demirtaş – 20.03.2012

11 Şubat 2012 Cumartesi

"SON" ÖYKÜLERİ - 2

YÜRÜYORUM…

Yürüyorum… Saat, bilmediğim bir gecenin bilmem kaçı, bilmediğim bir yer… Bilmediğim ağaçlar var etrafımda, bilmediğim kuş sesleri duyuyorum. Yer yer kesliliyor kuş sesleri, ayak seslerimi duyuyorum bu sefer..onları da bilmiyorum. Yeni aldığım ayakkabılardan olsa gerek, bilmediğim bir dükkandan almıştım çünkü… Kasadaki kız bilmediğim bir ifadeyle bakmıştı suratıma ve bilmediğim bir kağıttan bozma, tükettikçe -güya- doğayı koruyan poşetlere koymuştu aldıklarımı. Ayakkabı dışında ne almıştım bilmiyorum. Buz gibi gecenin bilmem kaçında neden o kasiyer kızın boş gözlerini hatırladım, onu hiç bilmiyorum. Oysa hatırlanacak başka güzel gözler de vardı..yeşil olanlar özellikle… Yolun karşısında, karanlığın içinden beliren iki beden görüyorum..yeşil mont var birinin üstünde, ötekindeyse belli belirsiz bir kamburluk. Bana doğru yaklaşıyorlar… Bir an mutlu oluyorum o yolda yalnız yürümediğime, yalnız yürümek için çıkmıştım halbuki... Tam elimi uzatıyorum “merhaba” diyeceğim, görmezden geliyor beni yeşil montlu..öbürüyse zaten kambur. Bir şeyler konuşuyorlar aralarında yanımdan geçerlerken, uzaklaşıyorlar benden... Ne konuştuklarınıysa.. bilmiyorum. En çok da bunu sevmiyorum, bir kadının gitmesi dışında (gerçi onlar da bilmediğim bir dili konuşarak gidiyorlar hep). Bilmeyebilirim diyorum geceyi… Bilmeyebilirim saati, ağaçları, kuş seslerini… hatta kendi ayaklarımın seslerini bile bilmeyebilirim. Tanımadığım bir kasiyer kızın ifadesindeki anlamsızlığı zaten bilmek zorunda bile değilim. Ama bilmek istiyorum, saçma sapan bir gecede, yanımdan geçen biri yeşil montlu öbürü hafif kambur iki kişinin, tam da o an, yani tam yanımdan geçerlerken, birbirlerine ne söylediklerini. Kambur olanın neye güldüğünü bilmek istiyorum. Neden bir çift yeşil gözün, hatırlanmasa bile o buz gibi gecede içimi ısıtmaya yettiğini bilmek istiyorum. Yürüyorum..ama nereye gittiğimi bilmiyorum… -SON-


Yusuf Demirtaş

17 Ocak 2012 Salı

"SON" ÖYKÜLERİ - 1

OTOBÜSÜN EN ÖN KOLTUĞU


Otobüsün en ön koltuğu... Kızın ağlamaktan sesi çatallaşmış, konuştuğunda sesinin nasıl biçimsiz çıktığının farkında, konuşmak istemiyor bu yüzden ama oğlan zorluyor konuşturmak için kızı. Başlarda cımbızla laf alıyor kızın ağzından, bir taraftan elini kızın omuzuna atmış, belli, araya kalın bir duvar örmüş kız ve onu aşmaya çalışıyor oğlan. Kalın duvarın üzerinde sert bir sinir savaşı hüküm sürmekte, ya oğlan vazgeçip çekecek elini kızın omuzundan yahut kız başını oğlanın omuzuna yaslayacak. İkisi de aşırı kararlı sürdürüyor bu sert sinir savaşını, ama hiç biri diğerinden fazla değil. Kız bir şeyler anlatmaya başlıyor birden, biçimsiz sesiyle ve ses tonunu bir türlü ayarlayamayarak... Belli ki oğlana hezeyanı ama oğlanın yüzünde, daha hakem puanlarını duymadan (neden bilmem, zaten hep maçın sonunda söylerler kendini bilmez hakemler puanlarını)  ilk raundu kazandığının farkında boksör mutluluğu var. Sesi biçimsizde olsa, neticede konuşturmayı başardı kızı. Araya otobüsün orta koltuklarından, mutlulukla -takozdan bozma- telefonuna bir şeyler anlatan orta yaşlarda kadının sesi karışıyor, ardından otobüsün yeni çalışan eski motorunun sesi... Kızın sesi daha biçimsiz ama, rahatsız oluyor yine de bu biçimsiz sesler korosundan ve susuyor birden. Sonra oğlanın yüzü düşüyor.. o da farketti ikinci raundu kaybettiğini ama çekmiyor elini kızın omuzundan, kız başını onun omuzuna yaslamamasına rağmen çekmiyor elini... Kız başını kendi solunda kalan pencereye yaslıyor, yağmuru seyrediyor belki... Belki farkında bile değil yağmur yağdığının... Oğlansa şöförün ensesini seyrediyor, sanırım o da farkında değil şöförün ensesine baktığının... -SON-

Yusuf Demirtaş