“Tanrı
insanı yalnızlaştırır” dedi çocuk.. “insan da tanrıyı…” Hava çok mu soğuktu.?
kar mı yağıyordu.? ertesi gün okullar tatil miydi.? bilmiyorum. İyi bir öykücü
olsaydım verebilirdim tüm bu detayları ancak. Hem vali bile değildim
protokolden bakınca. “İnsan kendini de tanrıyı da yalnızlaştırır” dedi sonra,
bir önceki cümlesinden çark etmiş olacak gücendirmek istemedi tanrıyı besbelli.
Zira yalnızlık gücendirir her tanrıyı.
Kolları
uzun, yakası ayrılabilen siyah bir palto olabilirdi çocuğun üstünde ve saçları
biçimsiz ve dağınık da olabilirdi, gözlük camı da hafif buğulanmış hatta -ucuz
camdan olsa gerek.- İyi bir öykü olsaydı, olabilirdi tüm bu detaylar. Sonra kol
kısmı başparmağın eklem kemiğini geçen tüm paltolar bol, alttan ikinci düğmesi
göbek deliği hizasının üstünde kalan tüm gömlekler dardır zaten genelleme
yaparsak. “Tanrı hep genelleme yapar” dedi çocuk, bu dediğinin tanrıyı bir
önceki cümlesinden daha gücendireceğinin farkında değildi belki. “Hem öyle
olmasaydı her insana ayrı kitap gönderir, hepsini ayrı ayrı cehennemlere
koyardı. Ayrı günahların cezası neden aynı cehennemde çekilsin ki.?” diye
ekledi. Yirmili yaşlarının ortasında aklınca felsefe yapıyordu işte, bu lafları
altmışlarının sonunda diyemeyeceğinin farkında güya kafa tutuyordu evrene.
Sarı
uzunca bir atkı bağlasaydı eğer boynuna çocuk ve el örgüsü, atkısına rağmen bej
üstüne kırmızı desenli boğazlı bir kazak giyseydi üstelik okuyan
etkilenebilirdi tüm bu detaylardan, düşünebilirdi sarı rengin manaları üzerine
uzun uzun… Sarı çok ayrılık bir renktir ayrıca, sonbaharlar hariç… “Tanrı da,
sarı gibi üzerine düşünmeye çok gelmez” dedi çocuk. “Üzerine düşünülmesin diye
verilmişti tüm cevaplar peşin peşin, yüzyirmidörtbin peygamber vasıtasıyla.
Belki de ortada sorulacak soru kalmadığı için inanmak ya da inanmamak sadece bir
seçime dönüşmüştü.” Seçmek de fazla ayrılık bir sözcüktür bana kalsa, sarı gibi…
Çocuğun
en son neyi seçtiğini ya da hangi ayrılıktan geçtiğini bilmiyorum.. -bilen
bilir- bilsem de söylemem zaten, çünkü çok sır tutan bir öyküdür bu… “Tanrı da
çok sır tutar” dedi çocuk. “Tanrının en takdir ettiğim özelliğidir hatta iyi
sırdaş olması” diye devam etti sanki deminden beri tanrıyla saçma bir
hesaplaşmaya girip onu sürekli yargılayan ve gücendiren kendisi değilmiş gibi.
“Aslında sır sözcüğü doğru tanımlanacak olsa, gerçek sırlar sadece tanrıyla
paylaşılanlardır.” İçten içe tanrının bu ketumluğuna hayranlık duyuyordu çocuk o
kadar gerçek sır karşısında.
Hava
çok soğuktu ve kar aniden bastırmıştı o öğleden sonra, vali çıkıp ertesi gün
için okulların tatil edildiğini açıklamıştı. Çocuk ısrarla soğuğa karşı koyuyor
hatta bunu kendince tanrıyla bir hesaplaşmaya çevirip eğlenceli hale sokuyordu.
Son ayrılığından önce gittiği Moda’daki çay bahçesinde, dışarıda mevsimsel
nedenlerden kimsenin tercih etmediği çardaklara oturmuştu, yalnızdı. Kolları
uzun gelen, yakası ayrılabilen siyah bir palto vardı sadece üstünde soğuğa
karşı koyabilmek için ve el örgüsü sarı uzunca bir atkı.. ve saçları uzamış ve
dağınıktı, -ucuz camdan olsa gerek- gözlük camı hafif buğulanıyordu orta
şekerli kahvesini her dudağına değdirdiğinde. Daha fincanın ortalarındaydı ki
kahvenin ağır telvesi geldi yapıştı damağına, çay ocağına şöyle bir bakıp
söylenmek istedi.. sustu…
“Tanrı
gibi ketum olabilsem” dedi.
Yine
gücendirmişti tanrıyı…
Yusuf Demirtaş