20 Ocak 2013 Pazar

ÖYKÜ ÇABALAMALARI - 4

ÇOCUK

“Tanrı insanı yalnızlaştırır” dedi çocuk.. “insan da tanrıyı…” Hava çok mu soğuktu.? kar mı yağıyordu.? ertesi gün okullar tatil miydi.? bilmiyorum. İyi bir öykücü olsaydım verebilirdim tüm bu detayları ancak. Hem vali bile değildim protokolden bakınca. “İnsan kendini de tanrıyı da yalnızlaştırır” dedi sonra, bir önceki cümlesinden çark etmiş olacak gücendirmek istemedi tanrıyı besbelli. Zira yalnızlık gücendirir her tanrıyı.

Kolları uzun, yakası ayrılabilen siyah bir palto olabilirdi çocuğun üstünde ve saçları biçimsiz ve dağınık da olabilirdi, gözlük camı da hafif buğulanmış hatta -ucuz camdan olsa gerek.- İyi bir öykü olsaydı, olabilirdi tüm bu detaylar. Sonra kol kısmı başparmağın eklem kemiğini geçen tüm paltolar bol, alttan ikinci düğmesi göbek deliği hizasının üstünde kalan tüm gömlekler dardır zaten genelleme yaparsak. “Tanrı hep genelleme yapar” dedi çocuk, bu dediğinin tanrıyı bir önceki cümlesinden daha gücendireceğinin farkında değildi belki. “Hem öyle olmasaydı her insana ayrı kitap gönderir, hepsini ayrı ayrı cehennemlere koyardı. Ayrı günahların cezası neden aynı cehennemde çekilsin ki.?” diye ekledi. Yirmili yaşlarının ortasında aklınca felsefe yapıyordu işte, bu lafları altmışlarının sonunda diyemeyeceğinin farkında güya kafa tutuyordu evrene.

Sarı uzunca bir atkı bağlasaydı eğer boynuna çocuk ve el örgüsü, atkısına rağmen bej üstüne kırmızı desenli boğazlı bir kazak giyseydi üstelik okuyan etkilenebilirdi tüm bu detaylardan, düşünebilirdi sarı rengin manaları üzerine uzun uzun… Sarı çok ayrılık bir renktir ayrıca, sonbaharlar hariç… “Tanrı da, sarı gibi üzerine düşünmeye çok gelmez” dedi çocuk. “Üzerine düşünülmesin diye verilmişti tüm cevaplar peşin peşin, yüzyirmidörtbin peygamber vasıtasıyla. Belki de ortada sorulacak soru kalmadığı için inanmak ya da inanmamak sadece bir seçime dönüşmüştü.” Seçmek de fazla ayrılık bir sözcüktür bana kalsa, sarı gibi…

Çocuğun en son neyi seçtiğini ya da hangi ayrılıktan geçtiğini bilmiyorum.. -bilen bilir- bilsem de söylemem zaten, çünkü çok sır tutan bir öyküdür bu… “Tanrı da çok sır tutar” dedi çocuk. “Tanrının en takdir ettiğim özelliğidir hatta iyi sırdaş olması” diye devam etti sanki deminden beri tanrıyla saçma bir hesaplaşmaya girip onu sürekli yargılayan ve gücendiren kendisi değilmiş gibi. “Aslında sır sözcüğü doğru tanımlanacak olsa, gerçek sırlar sadece tanrıyla paylaşılanlardır.” İçten içe tanrının bu ketumluğuna hayranlık duyuyordu çocuk o kadar gerçek sır karşısında.

Hava çok soğuktu ve kar aniden bastırmıştı o öğleden sonra, vali çıkıp ertesi gün için okulların tatil edildiğini açıklamıştı. Çocuk ısrarla soğuğa karşı koyuyor hatta bunu kendince tanrıyla bir hesaplaşmaya çevirip eğlenceli hale sokuyordu. Son ayrılığından önce gittiği Moda’daki çay bahçesinde, dışarıda mevsimsel nedenlerden kimsenin tercih etmediği çardaklara oturmuştu, yalnızdı. Kolları uzun gelen, yakası ayrılabilen siyah bir palto vardı sadece üstünde soğuğa karşı koyabilmek için ve el örgüsü sarı uzunca bir atkı.. ve saçları uzamış ve dağınıktı, -ucuz camdan olsa gerek- gözlük camı hafif buğulanıyordu orta şekerli kahvesini her dudağına değdirdiğinde. Daha fincanın ortalarındaydı ki kahvenin ağır telvesi geldi yapıştı damağına, çay ocağına şöyle bir bakıp söylenmek istedi.. sustu…

“Tanrı gibi ketum olabilsem” dedi.

Yine gücendirmişti tanrıyı…


Yusuf Demirtaş