31 Ekim 2011 Pazartesi

GÜYA YAZI DİZİSİ – 2

BÜYÜK BİR DENİZİN ÖTESİNE GEÇMEK



“Büyük” çokça abartıldı biz büyürken. İnsanoğlunun başına ne geldiyse “büyük” ile başlayan sıfat tamlamalarından gelmiş olduğundan belki de, hep korkutularak büyütüldü çocuklar her türlü “büyük”ten... Tanrı’dan korkutuldu mesela; halbuki kimse sorgulamadı küçücük bir dimağın korktuğu şeyi nasıl sevebileceğini, sevemediğine ise nasıl inanacağını kimse düşünmedi. Öğretmenle başladı “büyük” devlete olan korku. Peşinden okul müdürü... Hangi çocuk yoktur ki koridorda okul müdürünü gördüğünde yolunu değiştirmesin? Ardından profesör geldi, sonra bilumum bürokratlar ve tabi “büyük” devletin en “büyük”leri...

Büyük olan her şeyden durmadan korkutulduk. Ne sorgulamaya cesaret edebildik..ne düşünmeye.. ne de karşı çıkmaya...

Büyük hayaller kurabilmenin lüks sayıldığı bir topluluktu içinde yaşadığımız. Korkarak büyüdük neticede, sahip olabildiğimiz yegane “büyük”, korkularımız oldu. Anlamlandırılamayan gerekçelerle engelledik kendimizi sürekli bir şeylerden. Bahanelerle kamufle ettik “büyük” korkularımızı.

Ve bundandır ki en büyük cesaretimiz, bir hayalin peşinden gitmek oldu hep. Sanki doğru olan, aslolan bu değilmiş gibi...

Benim “en büyük cesaretim”, büyük bir denizin ötesine geçmek oldu. Geçtiğimde anladım, yaşadığım toplumun beni durmadan korkuttuğu o “büyük”ler bu denizin yanında fazla küçüktü. Geçtiğimde anladım, kurduğum tüm hayaller, beklentilerim, beklediklerim; eğer onlara sımsıkı sarılmazsam, bu koskoca denizin içinde kaybolmaya fazla müsaitti.

Çok farklı şeyler yoktu halbuki o denizin ötesinde. Yine insanlar gördüm kimisi başka renkte bakıyordu dünyaya, o kadar..yine hayatlar gördüm başka telaşların peşinden sürükleniyordu, o kadar..yine istekler, alabildiğine çok istemeler vardı etrafta. -Tarih boyunca paylaşmayı öğrenemediğinden belki ademoğlu, her yerde sergiler tüm isteklerini.- Yine onları gördüm duvarlarda, binalarda, gazetelerde, dükkanlarda... Hatta insanların gözlerinde bile istemeler vardı.

Ürkmedim desem yalan, bir süre (hatta hala) tedbirli yaklaştım buranın insanına. Güvensizliğim sesimin titreyişinden ele verdi kendini hep ama çok yadırganmadı bu güvensiz tavrım. Neticede sürekli korkutulurak bir arada tutulmaya çalışılan bir toplumun içine gelmiştim artık. Herkes güvensizdi burada diğerine... Herkes görünmez zırhlara bürünüp çıkıyordu sabahları evlerinden... Hele dışarıdan gelen bir yabancı, üstelik mezopotamyanın suyunu içmiş bir yabancı, mutlak tehlike potansiyeliydi.

Güvensizliklerini belli ettiler her fırsatta belki ama gülümsemelerini esirgemediler hiç. Çünkü güvensizlik sadece alışkanlıktı onlara göre. Sıradan ve günlük bir rutindi güvenmemek, tıpkı gülümsemek gibi. Ve belli ki; gülümsemeyi unutmamak için çok çaba sarfetmelerine de lüzum yoktu. Gülümseme zamanlarında sadece gülümsemeyi düşünüyorlardı mesela... Ne gelecek kaygısı, ne ay sonu karamsarlığı ne de “büyük” korkular... Sadece gülümsemek düşüncesi, hepsi o kadar...


Belki devam eder....


Yusuf Demirtaş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder